AKDENİZ'DE FELSEFE
  FELSEFENİN YENİ GÖREVİ
 
FELSEFENİN YENİ GÖREVİ
İNSANCA BİR DÜNYA KURMAK

“Tarihin sonu, insanları ezen baskının sonu demektir,”
ERIC WEIL
Teknolojinin gelişmesi, kendisine uzay çağı, bilgi çağı gibi nitelikler yüklenen yeni bir çağı getirirken, felsefenin bundan böyle yapacak bir işi kalmadığını, evrenin bilinmesi görevini bilimlerin üstlendiğini ve üstelik bu görevi en iyi biçimde yerine getirdiğini savunanlar çoğalıyor. Oysa bilinmesi gerekir ki, bilim ne kadar gelişirse gelişsin, insanoğlu düşünmekten vazgeçmediği sürece felsefe de varlığını güçlü biçimde sürdürecektir. İki binli yıllarda felsefe artık bilimsel ve teknik gelişmelerin insanı nereye sürüklediğini düşünmeye başlamıştı. Sermayenin küreselleşmesi ve tüm dünyayı tek bir pazar haline getirmeye çalışması birçok sorunu da beraberinde getirdi. Ezilen ve sömürülen ülke insanlarının başvurduğu son çare olarak terörizm, insanın en doğal hakkı olan yaşama hakkına yönelik en büyük tehlike olmakta, bir yandan da, siyasal otorite, terörü ve şiddeti yok etmek adına, bir devlet terörü uygulayarak suçsuz insanların yaşama hakkını hiçe saymakta, farklı düşüncelere ve ideolojilere baskı uygulayarak, en azından, düşünme ve düşündüklerini yayma özgürlüğünü ortadan kaldırmaktadır. Gelişmiş sanayi ülkelerinin dışında kalan, doğanın ve insan emeğinin ürününden yeterli payı alamayan sömürülen ülkelerin aydınları, Batıcı düşüncelerden ve modernizmin kazanımı olan kavramlardan rahatsızlık duyarak, ister istemez, bu kavramlara karşıt söylemler geliştirmektedirler. Postmodernist kuramlara göre, Sanayi öncesi toplumların temel üretim ilişkisi toprağa dayalı olduğu halde, sanayi toplumunda makineye, sanayi sonrası günümüz toplumunda ise bilgiye bağlıdır. Çağımız, bilgi toplumuna doğru sürekli evrilmekte, buna bağlı olarak ekonomik, toplumsal, politik ve kültürel değişiklikler sessiz bir devrim niteliğinde gerçekleşmektedir. İletişim ve bilgi devriminin getirdiği değişiklikler çalışma tarzını, oyun, seyahat, düşünce biçimini de değiştirir. Bu nedenle Postmodern toplum, bilgisayarda, enformasyonda, bilimsel bilgide, ileri teknolojide ve bilimdeki ilerlemelerden kaynaklanan hızlı bir değişme toplumudur. Postmodernizm her şeyden önce, sadece başkaldırıyı ve eleştiriyi yücelttiği ve her zaman olumsuz olan tavrı nedeniyle eleştirilmiştir. Gerçektenpostmodernizm Batı uygarlığının yarattığı deneyimi, bilgi ve kültür birikimini, gelişen teknolojinin getirdiği sanayileşmeyi, kentleşmeyi, modern ulus devleti modelini, her şeyi eleştirir. Bu bağlamda Postmodernizm kariyer, bireysel sorumluluk, bürokrasi, Liberal demokrasi, hümanizm, hoşgörü, eşitçilik, Marksizm, Hıristiyanlık, Faşizm, Stalinizm, İslamiyet ve modern bilim gibi tüm ideolojileri aynı kefeye koyar. Bunların söz merkezci, aşkın, bütünselleştirici üst-anlatılar olduklarını söyleyerek hepsine karşı çıkar.* Sermayenin küreselleşmesine ve sömürüye karşı toplumsal tepkinin ve direnişin doğal sonucu olan bu gelişim, baskın Batı kültürüne karşı yoğunlaşan eleştirel tavrın da ana nedenidir. Bu eleştirel tavır, bir bakıma, ekonomik açıdan dışlanan doğu ülkelerinin Batıya bakışı ve doğulu insanın Batı kültürünün yarattığı kimlik bunalımından kurtulma çabasıdır.
“Postmodernizm” adı altında bütünleşen Batı karşıtı tavırlar, kendiliğinden ve zorunlu olarak karşı çıkışın söylemini yaratmakta ve çoğu kez de bir özgürlük savaşımı kimliğine bürünmektedir. Küreselleşmeye karşı duruşun zorunlu sonucu olarak da ulusalcı kimlik kazanmakta, ya da etnik ayırımları körükleyici bir nitelik almaktadır. Sermayenin küreselleşmesi olgusunun insan üzerinde yarattığı olumsuzluklara dayanarak oluşturulmaya çalışılan postmodernist kuramlar, çoğunlukla kapitalizme karşı bir eleştiri gibi görünse de, emperyalist sömürü düzeninin özüne değinmeden, yalnızca düzenin kollarıyla savaşan bir Donkişot kimliği kazanmaktadır.

İki binli yılların en büyük sorunu, yeniden yapılanma ve bir kimlik kazanma sorunudur. Çünkü birey artık kast, sınıf, akrabalık vb. gibi yollarla bir toplumsal statü kazanamaz duruma gelmiş, sahip olduğu değerlerle ve kendi yaratıcılığıyla toplumda saygın bir yer edinebileceği gerçeğini kavramıştır. Bu kavrayış da öncelikle özgürleşmeyi temel amaç haline getirmekte ve birey kendi özgürlüklerini kısıtlayan din, devlet, yasa, aile, ahlâk gibi yerleşik kurumlara karşı çıkmanın, bireyselleşmenin ilk adımı olduğunu düşünmektedir. Ya da, daha olumlu bir yaklaşımla, tam ve eksiksiz bir demokrasi istekleri artmaktadır.

   Günümüzde felsefe yeni görevler üstleniyor. Bu yeni görev, öncelikle yeni bin yılın toplumsal, ekonomik, siyasal sorunlarıyla boğuşan, karşılaştığı sorunları çözemediğini ve yaşam savaşında yenik düştüğünü düşünen insanlarla da ilgilidir. O insanlar ki, tüm yaşama ve mutlu bir geleceğe ilişkin umutlarını yitirmiş, Batı karşıtı söylemlere bel bağlamış, mistik akımlara kendini kaptırıp, cemaat içinde bir kimlik kazanma çabasıyla insan olma kimliğini ve değerlerini yitirmişlerdir. İşte felsefenin yeni görevi bu kişilerin önüne yeni bir dünya sunmaktır. Kendi toplumsal ve kültürel modelini tüm dünyada geçerli kılmak isteyen gelişmiş Batı dünyasının karşısına, dünya nimetlerini hakça paylaşan, uygarlıktan payına düşeni alan, hızla büyüyen ekonomik eşitsizliği en aza indirgeyen yeni dünyanın kurulmasında, felsefenin yeni modeller üretme ve sunma görevini de en iyi biçimde yerine getireceği kuşkusuzdur. Tüm insanların barış içinde ve mutlu yaşamaya ve her zaman daha iyiyi istemeye hakkı vardır. İşte günümüz felsefesi, artık bunun yollarını aramak, çözüm yolları üretip insanlığa daha mutlu ve özgür yaşama alanları sunmak gibi zor bir görevi de üstlenmiştir. Yani, felsefenin temel çabalarına bir de, daha insanca bir düzen kurma kaygısı eklenmiştir. Çünkü felsefe –çoğu kez sanıldığının tersine- bulutlarda dolaşan soyut ve anlaşılmaz bir dille örülü, esrarlı bir şey değil, daha güzel bir dünya yaratmayı amaç edinmiş, somut, açık ve aydınlık bir aranıştır.Kuşkusuz, daha güzel bir dünya yaratmak isteyenler, filozofu soyut bir düşünce sisteminin yaratıcısı olarak göklerde gezinen bir kimse değil, çağının toplumsal ve ekonomik koşullarını yansıtan, sorunlara yeni çözüm yolları sunan bir insan olarak görmek, tanımak ve tanıtmak zorundadır. Çünkü Seneca’nın da dediği gibi, “yaşam Tanrının armağanıysa, iyi bir yaşam da felsefenin insanlara armağanı olacaktır.”

İnsanlara iyi bir yaşam sunmanın ilk adımı, kimsenin ona bir bağış olarak sunmadığı ve onun bir insan olarak zaten doğuştan bir takım temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu bilincini kazandırmak ve bu hakları hiçbir kısıtlama ve engelleme söz konusu olmaksızın yaşayabileceği bir ortam hazırlamakla başlar. İnsan hakları söz konusu olunca, bu hak ve özgürlükleri kimin, ya da kimlerin kullanacağı tartışılamaz. Başkasının hakkını çiğnemiş bir kişi olması bile önemli değildir. Salt insan olması, ona, bu hakların onun için de korunması hakkını sağlar. Bir insan hakkını hak yapan, yani hiçbir insanda çiğnenmemesi ya da sağlanması gerekliliği insanın olanaklarının bilgisinde temelini bulur. Kendimizi, yani insan türünü yeryüzünden silip süpürmeyi düşünmediğimiz sürece, hiçbir eylemin insan haklarıyla ilgisiz olmadığı bilincinde, bu haklarımızı kişilerde korumaktan ve bunu yapan kişiler olarak kazandığımız hakla herkes için korunmasını yüksek sesle istemekten –devletlerden ve insanlıktan- istemekten başka çaremiz yoktur.
İnsan hakları dediğimizde, aklımıza önce yaşama hakkı geliyor. Çünkü yaşama hakkı olmaksızın diğer tüm hakların sağlanmış olması ya da korunuyor olmasının hiçbir anlamı kalmaz. İnsan için önce yaşam vardır. Yaşayan insan varoluşunu kazanır ve geliştirir. Öncelikle biyolojik bir varlık olan insan doğar, sonra birey olarak hukuksal kimliğini, yani kişiliğini oluşturur. İnsanın ekonomik, toplumsal, kültürel ve moral yönlerden kendisini geliştirmesi bir toplum içinde gerçekleşecek ve birey, içinde yaşadığı topluma uyum sağlama çabası içindeyken, bir yandan da kendine özgü değerleri yaratmanın ve geliştirmenin yollarını da arayacaktır. Bu nedenle, toplumsal bir varlık olarak insan bir yandan toplumla bütünleşme sürecini yaşarken, bu süreç aynı zamanda onun topluma yabancılaşma sürecini de birlikte getirir. Çünkü toplumun egemen güçleri o ilk özgürlüğün, yani kendi değerlerini yaratma ve kendisi olma özgürlüğünün somutlaşmasını sağlayacak olan olanakları, özgürlükleri, ayrıcalıkları insana tanımaz. Böylece, insan doğal haklarını ve onların ilki olan yaşama hakkını bile kullanamaz ve geliştiremez duruma düşer. Çünkü kendi yarattığı toplum içinde ekonomik ve toplumsal yoksunluğa, zayıflığa düşmüştür. (“Yaşam Hakkı-Felsefe Açısından Pratiğe Doğru”-Bahri Savcı- Türkiye Felsefe Kurumu Yayını-Ankara 1996). İşte, tam burada, insanın, insan olmak sıfatıyla doğuştan sahip olduğu haklarını, toplumsal düzeni koruyan devletten isteme, toplumun ve devletin bu hakları güvence altına almasını talep etme ve kendi yarattığı topluma karşı kendisini yabancılaştıran toplumsal düzene karşı koyma hakları doğar. Doğuştan sahip olduğu hakların hem kendisi ve hem de başkaları için sağlanmasını ve korunmasını isteyen ve bunu gerçekleştirmek için de çaba gösteren insan, toplumsal açıdan da “insan olarak var olma” hakkını ve gerçek kimliğini kazanmıştır.
FERİDUN ORHUNBİLGE
Emekli Felsefe Öğretmeni
 

·         *Bu kısma kadar bahsini andığımız huşular Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fak. Felsefe Bölümünde görülmekte olan Felsefe Problemleri dersinde hazırlanan seminerin özetinden alınmıştır. (Katkılarından dolayı İbrahim Canol'a TEŞEKKÜRLER )
·         **(“Felsefe ve İnsan Hakları” – IoannaKuçuradi-İnsan Haklarının Felsefe Temelleri-Türkiye Felsefe Kurumu Yayını-Ankara 1996)
 
  Bugün 5 ziyaretçi (25 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol