AKDENİZ'DE FELSEFE
  FELSEFE NEDİR?
 
FELSEFE NEDİR?
Felsefe yüksek bir dağ yoludur...
Issız bir yoldur ve yukarı çıktıkça daha da ıssızlaşır.                                                                                               
Bu yolu her kim izlerse hiç korkmamalı,                                                                                     
her şeyi geride bırakmalı ve kış karında güvenle ilerlemelidir...                                                        
Kısa süre içinde altındaki dünyayı görür;                                                                           
kumsalları ve bataklıkları gözünün önünden kaybolur,                                                                      
düzgün olmayan noktaları düzelir, yırtıcı sesleri artık kulağına ulaşmaz.                                             
Ve yuvarlaklığını da görür.                                                                                                         Kendisi her zaman saf ve serin dağ havasındadır ve güneşi görür,                                                
oysa aşağıdaki herkes gecenin karanlığıyla kuşatılmıştır.
 
‘Felsefe nedir?’ den daha öte bir şeyle karşı karşıya bırakır bizi bu soru. Okuduğum bir kitaptan etkilenerek, belki de Ray Bilington’a saygı duyarak düşünüyorum tüm bunları.
Hepimizin her gün en az bir tanesine baktığı, hiç zamanı olmayanların bile bir zaman ayırıp göz gezdirdiği bir şeydir gazete. Tabi buna sadece gazete başlıkları olarak bakmak olasıdır; felsefeden uzak yaşayanlar için. Oysa felsefeyle uğraşan, herkesin bildiği günlük gazete başlıklarının ötesine; satır aralarına bakacaktır. Satır aralarına bakan herkesin felsefe yaptığı değildir elbet buradan çıkan sonuç; felsefenin yaşam olduğudur. Bazılarımızın hala açık mavi gökyüzündeki bir kardeşin şarkısını söylüyor olmasını, cennette yükselen bir inancın anlamını bile ortaya net çıkartıyor felsefe.
Bu dünya üzerindeki varlığımızda uzlaşıyorsak eğer, davranışlarımız yadsınamaz. Davranışın olduğu noktadan da seçime sıçramak mümkündür.
Her gün bir başkasını hayatını etkileyişimiz, özgüven ve mutluluklarımızı etkileyenler… En nihayeti etik ve ahlak: Tüm katı, yaptırım gibi gözüken özelliklerinden arındırılmış basit bir davranış teorisi… Doğru ve yanlış davranış teorisini söyleyen etik; uygulayan, pratiğe döken ahlak…
Etiksiz bir hayatın sürdürülemeyeceği, özel ahlakın olmayacağı, bu yüzden de ahlaki kararların çok önemli olduğu ve nihai bir çözümünün olmadığı açıktır. Tüm bunları düşünürken de; bir kişi kendisine yapılmasını isteyebileceği şeyin başkası için doğru olmayabileceğini de, aklımızda tutmalıyız.
İnsan olmanın çarpıcı hususlarından birini; değerleri taşıyoruz: Tipik olarak onaylama, onaylamama, yükümlülük gibi… Bu değerlerimizin bize gerekeni söylediği; gerekeni bildiren bazı cümlelerin de sağduyunun sesi mi yoksa ahlaki bir değerlendirme mi oldukları belli değildir.
Yani iyi nedir? ‘İyi bıçak’taki keskinlik midir, ‘iyi hırsız’daki dolandırıcılık mı, yoksa ‘tanrı iyidir’deki mükemmeliyet midir? Bizim iyimizdir aslında en mükemmeli, en keskini…
Oysa biz biliyoruz ki davranışlarımızın birçoğu etik değerlendirmeler tarafından güdülenmiştir. Bu yüzdendir yol arkadaşımızın vicdan olması. Ne genel insanlarda ne de özel olarak bireylerde tutarlılık taşıyan vicdan bile masum kalmaz tarihte: Adolf Hitler’in Kavgam kitabını okuyan herkes, ondan daha vicdanlı kimsenin olmadığını görecektir. Vicdan adına kadınların cadı olarak ateşe verilmesi, rahibelerin duvarlar arkasına kapatılması, bütün bir ırkın yok olma tehlikesiyle yüz yüze bırakılmasına da tanıktır insanlık.
‘Ben’ diyebildiğimiz anda aklımızda olan bir başka konudur öğrenme, dış dünya, bilgi…
Çok geriye gitmeyeceğim. Deneyimlerimizin ve bunlardan önceki bilgilerimizin, sezgilerimizin karmaşık bir bütünlüğünden ve bu karmaşıklığı örgütlemenin aklın işi olduğundan bahseder Kant. Bir deontoloğa yakışır şekilde belirtir ki; ‘Tek iyi, iyi niyettir.’ ‘Görev aşkına görev’ der. Sözünü tutmak, koşulsuz buyruk uygulamak, daima doğruyu söylemeyi evrenselleştirip, düzen sağlar. Bu konuda belki Kant’a çok katılamayacak olan Mil; en büyük mutluluk ilkesini ortaya atar. Ona göre ölçü, nesnel sonuçlardır. İnsanların çektiği acıların belli başlı bütün kaynakları, büyük oranda insan ilgi ve gayretiyle zapt edilebilirdir. Burada Kierkegaard’a değinmek yerinde olacaktır diye düşünüyorum. İnsanın verdiği kararlarla kendi geleceğini ve sonuçta kendi özünü tayin etme kapasitesine sahip olduğu düşünerek belki de Nietzsche gibi bir cevap arayacaktır kendine. ‘İnsanın kendisini aşmasının başlıca yolu ahlak için kendi dışına ve ötesine bakmayı bırakmasıdır’ diyerek takipçilerini oluşturan Nietzsche’ye de cevap gecikmemiştir. Heidegger, geleceğimiz yeri seçemeyeceğimizden, var oluşumuzun bir sınırı olduğundan, zihindeki imgelerin farklılığından ve mutlak ölüm gerçeğinden bahseder. Sartre’da değinecek olursak; var oluş onun için özden önce gelen bir şeydir. ‘Her insan, düşünce taşıyarak, irade gücünü kullanarak ve özgürlüğünü ifade ederek, kendini geliştirmeye ve böylece kendi özünü yaratmaya muktedirdir.’ Kendisinin ve özel olarak ahlaki kararlarının sorumluluğunu bilen kişiden bahseder.
Bu isimleri geriye ve ileriye doğru uzatmak mümkündür; ancak amacım bu değil…
Tüm bunları neden mi yazdım? Buraya kadar bir farkındalığınız oluştuysa, aradaki cümlelerde kendinizden düşünceler buluyorsanız ya da tam tersi ‘olmaz böyle şey’ diyorsanız; bana eşlik edip felsefeyle tanıştınız demektir.
Batıda 2500 yıldır olan felsefe bizde sadece 150 yıldır vardır. Kısacası Türkiye felsefesi daha yeni doğmuştur ve bu yüzden çok önemli adımlar atamamıştır. Türkiye’de düşüncenin önünü kapayan bu kadar engellere rağmen Türk felsefesi ufak bir kitleye hitap ediyor olsa da çok başarılı felsefecilerin çıktığı söylenebilir ancak hala Türkiye’de felsefenin önünün açık olduğu söylenemez.
Ülkemiz maalesef eğitimsizlikten veya eğitim sisteminin kötülüğünden dolayı bir dolu dogmatik insanla dolmuştur. Türkiye her deneni sorgulamadan kabul eden akla hitap edenlerle ilgilenmeyip insanın duygularıyla oynayanların peşinden koşan insanlarla dolmuştur. Böyle bir ortamda felsefenin geniş kitlelere ulaşması ise çok uzak bir ihtimaldir.
Türkiye’de felsefe geniş kitlelere ulaşmamıştır. Bunun sebeplerinden biri halkın tutumudur. Halk çoğu yerde olduğu gibi ülkemizde de felsefeyi gereksiz bilgiler yığını olarak görmektedir. Felsefe ise filozofların kafalarında yarattığı tuhaf durumlar üzerine yapılan tuhaf yorumlardır. felsefeyle ilgili her şey ülkemizde ya saptırılmış ya da yasaklanmıştır. Düşünen toplum istemeyenlerin yozlaştırdığı eğitim sistemi sonucunda felsefenin ne olduğunu bilmeden üniversite mezunu olmuş insanlar yetişmiştir. Eğitimsiz olan halk koşullandırılmış ve felsefeyi gereksiz görmüştür. Bunun sonucunda da düşünme yeteneğinden yoksun kuşaklar yetişmiş ve kendilerine her telkin edeni yapan insanlar türemiştir.
Ayrıca ülkemizde liselerde okutulan felsefe dersleri çok yetersizdir; düşünmeyi öğretmeye neredeyse hiç yeltenilmemiştir bile. Lise müfredatına zorâki koyulan felsefe dersi çoğu okulda felsefe tarihini geçemezken diğer okullarda çocukların kafasında soru işaretleri bırakmaktan başka bir işe yaramamıştır. Felsefeyle  bu kadar olumsuz koşullar altında tanışan insanlar da doğal olarak felsefeyi sadece geçmek zorunda oldukları bir ders olarak görmektedir. Bu denli önemsenmeyen bir konuda da ancak birkaç kişi felsefeyle ileri düzeyde ilgilenmeyi düşünmektedir.
Türkiyede felsefenin geri kalmasının nedenleri elbette çok fazladır; tümelerin aşılamaması, ekonomi, filozofların yabancı olması, dil, din ve eğitim eksikliği olarak özetlemek mümkündür.
Felsefeyi bunca zamandır neden boşladığınızın cevabını bulup tanışmadan memnun kaldıysanız, zihninizde şemayı oluşturdunuz demektir:
 
Yaşamanız dileğiyle…

 
ÖZGE YILMAZ
 
  Bugün 5 ziyaretçi (30 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol