AKDENİZ'DE FELSEFE
  İŞTE ŞU!
 

TARLA SÜRÜMÜ YAZILARINDAN

METİN EROL

İŞTE ŞU !!! KISTIRIN

DIŞIMIZLA BİZİ EĞLEYİPİÇİMİZiGiZLEYEN

Bizler mütemadiyen yaşadığımızın bilincini, insanlığımızın onuruna adayarak yaşamaktan geri kalmış bir çağın, buhran dönemlerinde kendi ontolojisinin farkındalığından çok uzak düşmüş yada bir şekilde düşürülmüş ve bu buhranın sisini o ontolojiye gölgeleterek yaşayan, yaşatılan bir nesiliz. Sorun çağın anatomisi sorusuna verilen cevap manidar. Ama sorun; çağın mı yoksasorun çağının anatomisi mi sorusu bizleri, bulandırılmış zihinlerimizin bir nebze berraklığına götürüyor. Bu iki soru birbirinin devinimi belki de birbirinin takipçisi olarak uzayıp gidecek, bizim bulanıklığımızı bemberrak etmese de yüzeydeki bulanıklığı bir nebze dibe çökertecek. Oysa tamda burada, kendi hakkaniyetimize bakabilirsek o zaman, sorunsalların açılımına bir nevi katkı sağlamış oluruz. İnsan özü gereği sorumlu bir varlıktır. Hiçbir şeye karşı sorumluluk duygusu taşımayanlar dahi kendilerine karşı bir sorumluluk taşırlar. Buna itiraza kendini hazır edenler ise kendi taşımadıkları sorumluluğun sorunsuzluğunu taşır durumdadırlar. İnsan sorumluğu onun kendi ontolojisiyle süregiden, çevresel etkileşimlerinde, kendi özüne kaynaklık ederek ilerler. Bu ilerleme kendini geliştirir yada olduğu yerdedir ve yahut gerisin geri giderek hareket halindedir. Bu sebeple insan üzerine aldığı yükümlülükleri taşıyabildiği oranda, ondan taşınması istenen yere taşımalıdır. Taşınan yük onu taşıyanın ağırlığınca yükselecek olduğu gibi, o yükün yükümlülüğü ona olan ciddiyetimiz ölçüsünde bize kuvvet olacaktır. Kimseye taşıyamayacağı kadarının yüklenmediğine inandığım inancımla düşünüyorum ki, bir karınca gibi kendisinden fazlasını taşımaya kol sıvamış hale kendimizi de hazırlaya biliriz pekala. Yükü taşımak yükümlülük ister. Bunu insan kendine kazandığı mevki yada ezberi oranında yaparsa, bunun doğuracağı sorunlar ne denli olur işte orası artık günümüzde manidar. Yazının başında andığımız bu buhran bir bakıma bu doğumun sonucu. Kendi bönlüklerinde gece körlüğü yaşayan itler gibi kendi kuyruğunu ısırmak için habire kendi etrafında, etraflıca bakmayı unutarak devinenler bu körlüklerinin el verdiği oranda kendi eylediklerini bir dayanak kabul edip ( artık ne eyledilerse ) arkalarından gelecek kuşaklar için bir engel teşkil eder durumdalar.İşini Hakk’ın adaletinde, Hakk’ın nefesini kendi hakkaniyetlerinde duyarak hakkıyla yapanlar bir elin parmaklarını geçer mi bilinmez. Bu durumda, ne hacetse, bönlüğünü gençler üstünde, öle olduğunun farkına kimseyi vardırmadan sürdürür durumda. Onların içinde taşıdıkları potansiyelden neşet edecek olan akarsuyun önü tıkanmaya çalışılıyor. Dert o akarsuyun kaynağını kurutmak. Oysa önü tıkanan akarsu, kaynağı kurutulmadığı halde bir bilinçhaliyle biriktirilen suyuyla baraj olabilir. Amma şu an için bu akarsu sadece taşkınlar doğurarak aktığı havzayı kirletir durumda. Kirlenen bu havza temel planda büsbütün bu topraklar üzerinde yaşayan bizlerin ahvalidir. Her yönüyle bu ahali öteden gelen bilinci yitirmekle yüzyüze. Herkes kendi penceresinden bakıyor gördüğü manzaraya gördüğü yitirdiğinin ta kendi; yani kendi yüzü. Yüzsüzlüğümüz kendi yitirdiğimiz yüze bakacak hadde yüzsüz. Nitekim de bu duruma olan alıklığımız bizi hep aynı pencerenin açarı yapıyor. Oysa Ali Ural Kuduz Aşısı kitabının Pencere Sen Aç Beni şiirinde, artık açamayacağı bu pencereye karşı, sen aç beni demenin tinselliğini bizlere gösteriyor. Bunu görmek açısından burada konaklamanın, soluklanmamız için bir yudum şifa olacağına inanıyorum. Ancak bu alıklığın aşılması için Ali Ural kitabın başında, nefes darlığı şiirinde bunun meşakkat verdiği şifanın kabulüne hazırlayarak karşılıyor bizi.

“Kim dinliyorsa sırtımı kabzalara değiyor kulağı

Hiç duymadığı sesler duyuyor –yüzünden belli –

Yüzünden belli anlamadığı” *1

Bizim ahalimizin de durumu yukarda andığımızdan pek farklı değil. Sırtı dinlenmesi gerekenlerden öksürmelerini istemek mecburiyetiyle buna yaklaşıyoruz. Ciğerlerden gelen bu öksürük anlayabildiğimiz oranda hemen ona bir reçete hazırlama hazırlığına hazır ediveriyoruz kendimizi. Oysa zaten duyacağımız hiç duymadığımız sesler burada. Hiç duymadığımız seslere kulak kesilmek yerine teşhis koyma girişimimiz bizim zihni bulanıklığımızın sembolüdür aslında. Kendi alıklığımızı aklanmaya yoramıyoruz. Yüz yüze kaldığımız yüzümüz bizi ele veriyor. Oysa bizim için kurulmuş pencereden baktığımız hep bir karabatak. Duyduğumuz ses ise :

“Bu homurtuyu ancak dik duran bir avcı çıkarabilir” *2

cinsinden. Bu homurtuya atıldığımızda orada dik duran avcıların bizimlelağ ettiğini hala göremedik. Bizim bulanık gören gözümüz uğradığı sekteyi de bizlere hatırlatmıyor hatta o göz başına gelecek iyilik yada felaket halinin bile habercisi değil ki artık seyremiyor bile. Çünkü seyriyecek göz daha baktığı manzaradan tam olarak haberdar bile değil, gören göz olamayışı o gözü taşıyanla ilgili. O zaman yapmamız gereken baktığımız pencerenin bize gösterdiklerinin neliğine delalet ederek, onu açan elimizi, onun açtığı kilit eyleye bilmekte. Bizim açtığımız pencerelerin bize açılmaları belki bir nebze bu süreçten sonra tekrardan bizim onu açmaya uzanacak olmamızın bilinciyle bizde eksik olanın tamamlanacağı yada kaybedilenin hatırlanacağı görünmeyenleri bize gösterecektir. Bizim açılmamız, bizde bizi açana kendini açacak olan manzara içinde barındırdığı imkanlar doğrultusunda ve olanağında payda vererek kendini sunacaktır. Bunu yapmaya kendimizi hazır etmemiz belki de işlerin en zor olan tarafı ama buradaki ciddiyetimiz,olacak olanı sekteye uğratmamalıdır.

“Mahkûm firar etsin, yemin etsin parmaklıklar üstüne”*3

Kaçarak kurtulmak istediğimiz bunu eylesek dahi onun eylenmeyişine yeminle vuku bulmalı ki bizi bu hale sürükleyerek mahkum edenler kendi koydukları engellerin bizde uyandırdığı çağrışımın, bizde fark olunuşunu hiç olmazsa biz kaçarken anlamasınlar. Sonrasında anlasalar ne olacak? Sadece biz o alıklıktayken dahi hiç durmadan yediğimiz desiselerin şiddetini artırmasınlar. Pencereye kendimizi açtırıp oradan kendimize baktığımızda zaten ontolojimizin farkına varma haliyle, artık nereden bakılacağı hususunda adımlamış olacağız. Bunun girişimi elbette ki yazının başından beri içinde bulunduğumuz karabatak ortamında haliyle epey meşakkatli olacak. Çünkü bizden habersiz çizilen bütün planlar üstümüzde artık geri dönüşümü dahi kaldırmayan cinsten.

“Her şeyi çizmişler ben siliyorum

Bu sokak çok aydınlık bir lamba yeter

Bu dudakların söyleyeceği yok silsinler”*4

Bunun için bunları silmeye girişmemiz içimizde her daim taze olarak bulunmalı. Bu hali hazır halimiz zaten pencere sen aç bizi demeye, bizi elverişli hale getirir. Bunu söylemeye olan takatimizi her daim kuvvetlendirmeli, ona kuvvet olacak olanla bağımızı her daim sağlam tutmalıyız. Aklımızda tutmamız gereken diğer bir hususta bunları silmeye olan girişimimizde onları silecek olan silgilerimizin tükenebilirliği hususudur. “Silgiler silerken silinirler”*5 sözünün yerindeliği burada bize kendini bildiriyor. Sildiklerimiz, bizim onların sileni olanımızla boy bile ölçüşmemeli, onun boyunu epeyce kat etmelidir. İlkokuldayken sınıfın kızları ellerindeki silgileri önlerindeki sıranın üstünde silerek, silgilerini azaltıp bitirirlerdi, daha sonra o sildikleri, silgiden çıkan kırıkları bir poşetin içinde toplayarak, evde çocuk aklıyla yapılabilecek kadar basit bir işleme tabi tutup tekrardan o sildikleri silgi boyutunda silgiyi oluştururlardı. Silgileri silerken silinirdi ama silinen silginin artıklarının en küçük bir parçasını dahi heba etmeyip tekrardan o silgiyi o artıklardan yaparlardı.Bizimde burada bunları silerken yapmamız gereken tam olarak bu türden bir davranıştır. Yüzümüze bakan dudakların derdi zaten bizi bu alık hale sürüklemek olduğu için bizim şifayı arayan bakışımıza kuvvet olacak bir şeyi söylemeye yeltenmezler. Onların bizimle olan geçmişi, bizimle oldukları müddetçe bize vermiş oldukları bulanıklık nispetinde görülmelidir aksi halde bizim hazzımızı tazeleyen bu dudaklara SİLİNSİNLER diyemeyiz. Onların paydasına olan acizliğimiz ortada çünkü. Bunu demediğimizde ise bu içinde bulunduğumuz atmosferin alıklığıyla daha epey yaşar gideriz. Bu atmosfer artık kendini akl-ı selim olanların vaktiyle farkına vardığı ve vaktiyle bildirdikleri atmosferin ta kendisi işte. Buradan sağladığımız oksijen başımıza türlü belalar açtı ve daha da epey açacağa benziyor. Başımıza çaldığı döllerin vebası ortada

“Ben siliyorum çizmişler her şeyi

Buğulu cam taşımıyor planlarımı

Ateş piramitten geçip renklere ayrılıyor

Bütün renkler kırmızı

Bütün mumyalar kundaklanmış, bütün bebekler bin yaşında”*6

Bizim sildiğimiz çizimlerin yerine yaptığımız planlar dahi buğulu atmosferin camında taşınamaz durumda. Ateşin renklere ayrıldığı piramitler üstlerine düşeni yapıyorlar. Ateşi renklere ayırıyorlar ama ayrılan bu renkler, küreselleşmenin anlamıyla bütünleşmiş kırmızı olarak dağılıyor. Kendi ontolojimizin farkına varmak için pencere sen aç bizi deme bilgisine ulaşmalı ve bunun kuvvetini artık kendimizde bulmalıyız. Aksi halde bebeklerimiz bile BİN YAŞINDA olarak doğabilir!

Kaynakça

*1,*2,*3,*4,*6 notlar Ali Ural, Kuduz Aşısı

*5 not Celal Fedai’nin verdiği bir kompozisyon konusu

 
  Bugün 8 ziyaretçi (55 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol